0

07:41

Diğer sabahlardan farklı olarak bu sabah, yatağımın çevresinde meyve tabaklarım ile uyanmadım.

Evde - mütemadiyen bundan şikayet etmesine rağmen ortalığı sürekli toplayan annem başta olmak üzere - birileri olmasına; yani bekar evi olmamasına rağmen, bazen günlerce muhtelif meyvelerin kalıntıları bana odamda eşlik eder. Kirazların çekirdekleri birazcık da toprak görse filiz verecek kıvama gelir mesela; veya bir sabah uyanırım ve odayı doğal yollarla havaya karışmış karpuzun kokusu sarmıştır. Şehrin yorgunluğu içinde pastoral yaşam meltemleri esmektedir odamda!

Lakin bu sabah başucumda meyvelerim yoktu. Sonradan, tabakların yanında uykuya bayılmış olduğumu gören Duygu'nun meyve bıçağına kendimi saplayacağımdan korkarak onları kaldırdığını öğrenecektim. Ama olmadıklarını sabah değil, gecenin 4'ünde dikildiğimde fark ettim. (Hayır, o sabahın 4'ü değil gecenin 4'üdür. Kaçınız sabah uyandığında saat 04:00 oluyor ki?) İlk anda değilse de, bir süre sora beni gecenin 4'ünde diken şeyi hatırladım. Kalbim fren yerine gaza basmaktan, otoyolun ortasında bir anda benzinin bitmesinden, gelen geçen insanların kollarına bacaklarına çarpmaktan bitap düşüp, göz kapaklarımı çimdiklemişti. Rüyam gerçekten bir kabus olarak başarılıydı; stresli ve customized.

Gecenin 4'ünde zaruri ihtiyaçtan ötürü uyanmadıysanız, fark edeceğiniz birkaç şey daha olabiliyormuş. Mesela sabah kalktığımda midemde hissedeceğim garip hissin, saatler evvelki oluşma fazları. Midem meğer her gece bana ne yaptın diye ağlıyormuş. Herhalde bu kez ona eşlik etmeye kalktığım için mutlu oldu, bir süre sonra huzura erdi ve sustu. Muslukları ben devraldım.

Uykusever bir insan olmaktan son derece uzak olmama, normal insanların üçüncü, dördüncü uykularına geçtikleri gecenin bir takım körlerinde çoğunlukla hala ayakta olmama rağmen gece bu kez beni korkuttu. Gecenin karanlığından ve yalnızlığından korkmuştum. Bana uzak her türlü isim ve fiil bir arada!

Korktuğumuz şeylerin aslında hep sandığımızdan biraz farklı olduğu her durum gibi, benim korktuğum da, tekrar nasıl uykuya döneceğim değil, uykunun beni tekrar eski ben yapıp yapamayacağıydı. Midemin kendi kendine yapacağı gibi, sabah uyanınca ruhum da bulantısını atmış olacak mıydı üzerinden?

Gözlerimi tekrar (kuru olarak) açtığımda saat 07:41'di. Cumartesiydi ve saat 8 bile değildi. Bir an bunun gece 4'ten daha bile depresif olabileceğini düşündüm. Ama 5 dk öncesine kadar kendimi trafik canavarı sandığım, mide bulantıları içinde bir yandan tekrar uyuyamayacağımdan korkup uyuduğumdaysa bir daha hiç kalkmak isteyip istemeyeceğime emin olamadığım bir takım dakikalar ile kıyas götürmeyeceğine karar verdim. Midem geçmişti. Karnımda davul çalınıyor gibi hissetmiyordum. Arabayı ise en son otoparkta kaydırmıştım. Hayat devam ediyor gibiydi.

Nasıl olduğunu bilmiyorum. Aradan geçen dört saatten az zamanda ruhum hangi panzehirden içmişti ki? Dakikada kaçlık bir ivmeyle o dipsiz üzüntü, isteksizlik, korku katlanılabilir seviyelere gerilemişti? Anlamıyordum.

Anladığımsa şuydu: Hayatı katlanılabilir kılmayı öğrenirken aslında öğrendiğimiz şey salt anı yaşamaktı. Biz ne zannedersek zannedelim, aslında anı yaşıyorduk çünkü. Bu fabrika ayarlarımızdı, fabrika ayarlarına döndüğümüz ölçüde mutlu ve huzurluyduk.

Dünde kaldıkça ilerleyemeyecektik; ilk adım buydu. Daha kolay olan adım;lakin pişmanlıkları atmayı ya kendimiz öğreniyor; ya da zamana havale ediyorduk. Geçmişin bizim atamadığımız çöpüklerini süpüren zaman diye bir wiperı vardı çünkü.

Zamana tutunup geçmişle barıştığımız için, zaman bizi gelecekle de barıştırır sanıyorduk. Zor olan adım da buydu zaten; zamana tutunup geleceğe uzanmaya çalışmamayı öğrenmek. Geçmişi unutabiliyorduk, ya da zaman bizim yerimize unutuyordu. Yarın ise hep aklımızdaydı. Bugünü düşünüğümüzü sanırken bile yarını düşünüyorduk. Ya planlıyorduk, ya öngörüyorduk. Gelecek ya yoktu ve biz yapacaktık, ya da vardı dolayısıyla şimdiden onu anlayıp önümüzü görmeliydik. Yani gelecek "var"ken de "yok"ken de hepimiz için başlıca "an"dı.

An serbest kalmalıydı oysa, çünkü kalbimiz o an atıyordu ya da durmuştu, arabayı o an sürüyorduk ya da çarpıyorduk, midemiz o an rahatsızdı ya da iyiydi. Saat gecenin 4'üyken, saat gecenin 4'ünde. 25 yaşındayken, 25 yaşında. Ertesi sabah değil, ertesi yıl değil. 10 yıl sonra değil. Bunu anlamıştım. Öğrenebilmişmiydim bilmiyorum... Ama anlamıştım. Kısmen. Kendi adıma... ve bu acı veriyordu; çünkü kendi kendime anladığım şey aslında müşterekti. 17.07.09 da yalnız değildik. Geçmişte yalnızdık... ve midemiz ağrıyordu, kabusluyduk, kırgındık.... Gelecekteyse, ne olacağımız belirsizdi. Ama şu an yalnız değildik. Bugün değil.

0 yorum: